13 Mayıs 2009 Çarşamba

su gibi hikaye

Gökyüzünün giydiği kaşmir paltoyu temizletmeyi unuttuğu günlerden biriydi o gece. Karanlığın pisliği gizlediği kimin uydurmasıydı? İki bina arasında arabuluculuk yapan ağaç, hararetli anlatımını vücut diliyle besliyordu. Çingene panayırlarındaki renk cümbüşünden otoparktaki arabalar da nasibini almıştı. Bir tek balkonda oturan kadın, rengini belli etmek için yaktığı muma ihtiyaç duymuştu. Yüzündeki karamsarlığı örtmek için bu ufak ateş parçasından medet ummuştu belli ki. Bir nefeslik ömrü olan birşeyden ömrüne katacak neşe beklemenin ne anlamı olabilirdi? Bir nefes çekti sigarasından. Duman içinde ulaştığı derinliğin sarhoşluğuyla, yalpalayarak, dudaklarına çarpa çarpa havaya karıştı. Gecenin yaşlı bir müzisyen kadar duyarlı kulakları, sokak köpeklerinin homurtularıyla bölündüğünde, kadın tam da yalnızlığını unutmak üzereydi. Sigarasının kafasını küllerle bulayıp, içindeki koru söndürdükten sonra salona geçti. Evin içinde nefes alan kendinden başka iki adet çiçek vardı. Kalın yapraklı olan doğurganlığının zirvesinde, baharın gelişini kabuklarından kurtulan yeni yetmeleriyle kutluyordu. Bir bardak suyla yetinen yaşamın olgunluğu, kalınlaşmış yaprakların ardında gizliydi belki de. Kırılganlığını toprağın karanlığına gömmüştü o da kadın gibi. Yarın doğacak güneşi düşleyerek ikisi de o gece içtikleri bir bardak suya şükrederek uykuya geçtiler.

Hiç yorum yok: