31 Mart 2010 Çarşamba

parmak izi

İstediğin kadar plastik eldiven tak. Bir hayata bir kere dokunduysan yüzeye karbon dökmeye gerek kalmaz. Bütün yaşananlar eşsiz izleriyle üzerindeki yerini sonsuza dek korur...

30 Mart 2010 Salı

bavul ticareti

Bavula sığdırılmış bir hayat kuruyorum kendime. Aidiyet hissine uzun vade yatırım yapmış olan karakterime bir saldırı mı bu? İçimdeki çingeneler baskın mı çıktı yerleşik, toprak meraklısı burcuma? Değişim'in yumuşak "g"si mi yumuşattı katı kurallarımı?

copy paste

Hayat felsefesini ve yaşam tarzını "Copy Paste" üzerine kurmuş herkesten uzak durmalı zira CTRL+Z yapmak için çok geç kalmış olunabilir...

combo namus

namusun combosu olur mu? Bu yerli dizilere bronşit kıvamında sirayet eden, çakma kombine insanlık hallerinin ayakları yere bassın istiyorum artık. Seven kadının yanaklarının kızarmasını "sinirine" bağlaması nasıl bir toplumsal gerginliğin sembolü? Neyi empoze etmeye çalışıyorsunuz kardeşim. İste ama yaşama ki topluma iyi örnel ol. Mal ol. Birine kavuşmak için kahrol.
Hayatımız yeterince zor bir de görsel olarak zorlamayın bizi sevgili senaristler.

26 Mart 2010 Cuma

puzzle

En büyük sorunumu kendime itiraf ettim geçen gün. Bütünü görememek... Ben bir puzzle'ı alıp onun bitmiş halini görmeden, küçük parçalarına takılıyorum.
"Ay ne kadar sevimli bir pembe parça, lay lay lay lom"
Puzzle bittiğinde bir bakıyorum ki o pembe parça aslında nefret ettiğim birşeyin organlarına ait.
Bunu kendime itiraf edebilecek cesareti bulabildiğime göre sanırım çözümünü de bulabilirim. Böyle geldi böyle gitsincilik , adam sendecilikle bir puzzle biter mi? Bitmez...

nasi nin hattı pazara düştü

Nasihati; hep kara önlüğün yakasına iliştirilen muvaffakiyete teşvik eden kırmızı kurdele gibi görürdüm. Değilmiş. Aslında daha çok kendi yakanı, uymasa da başkasına zorla taktırmaya çalışmakmış.
Bir kez daha şehir değiştiriyorum. Herşeye rağmen gönlümün kaldığı ve kendimi iyi hissettiğimi bildiğim şehre doğru yola çıkıyorum. Yakın çevreye danışıyorum. Bir çoğu denenmişi bir daha denememem taraftarı. Önce bir duraklasam da bakıyorum ki aslında ben onların çok arzu edip cesaret edemedikleri bir şeyi yapıyorum. Ters geliyor onlara. Cesaretin primini kesiveriyorlar hemen. Kendi hayatlarından yola çıkıyorlar bana verdiklerinde. Oysa ben kimse değilim. Kendimim.Benden başka bir tane daha olmadığına göre nasıl uyacak üstüme verdikleri nasihatler. Kim bilebilir nerede hangi kalitede nefes alabildiğini. Kim benim filmimde başrolü elimden almaya çalışabilir?
Tek kişilik oyunuma kaldığım yerden devam etme kararımın arkasında durarak, beni kabul edecek sahneler aramaya devam...

kalkan mevsimi

Bazen bir kısır döngünün içinde dönüp durduğumuzu düşünürüm. Hakaretlerimiz, sevgi göstergemiz, benzetmelerimiz hep aynı düzlemde gerçekleşir. Hayvanlar aleminin kahramanlarından çoğunlukla yararlanırız duygularımızı anlatmaya çalışırken. Hantal ve kaba birine "ayı" demek yeterlidir. Ya da güçlü kuvvetli birini "aslan"la özdeşleştiririz. Gizli kapaklı hinliklerin birinci adresi "yılan"dır. Ben bu literatürü biraz daha genişletmek ve döngünün dışına çıkmak taraftarıyım. Savunmaya geçen birine sinirlendiğimde "kalkan balığı" diye hakaret etmek istiyorum mesela.

25 Mart 2010 Perşembe

şiirdir belki

Göç zamanını geçirmiş bir kuş misali uyumsuzluğum
zamanı kolluyorum
sıcak bir özgürlük umduğum
bayat kahve kıvamında yorgunluğum
zamanımı geçiriyorum
taze bir koku umduğum
parçalı bulutlu düzensiz yağmurum
mevsimini bekiyorum
doya doya ağlamak hayalini kurduğum

İçsel devinimler

Kir ve pas tutan iç dünyasında pazarığa oturmaya hevesli yeni yetme tüccarlar cirit atıyordu. İlk tecrübelerini kelepir bir mal üzerinden gerçekleştirmek hesabı, işlem hacminin büyüklüğüne isabet etmiyordu belki ama girişkenliklerinin sesini yükseltmeye yetiyordu. "Tok satıcı" tavrını klasik bir chanel takım gibi üstüne geçirse de köpekler korkunun ve sakilliğin kokusunu almışlardı bir kere. Diş bilemeler, günlük faldan önce davranıp onu perşembe gününün "hazır lokması" yapmışlardı bile. Kazanmak ve kaybetmek arasında gerili duran ince çizgiyi görebilse belki sıyırabilirdi bu durumdan.
Kazanmak mı - Kaybetmek mi?
Ucuza mı gidecekti yoksa elinden mi çıkarmış olacaktı?
Bu sorunun cevabını kim verebilirdi ki saf bir dürüstlük olmadıktan sonra...

noktalı virgül

Kuyruklu yalanlarla son bulan ilişkilere noktalı virgüllü aşklar diyebilir miyiz acaba? Benim içime sindi sanki...

kafama takılan özlem

"Seni nasıl ama nasıl ama nasıl nasıl özlediğimi ben bile anlatamam" demiş Aziz Nesin oğluna özlemini anlatırken. Ben okudukça ağladım... Bir özlem bu kadar basit, bu kadar güçlü anlatılabilir mi?

balta

kaprisli bir ağacın yeni yetme yaprakları gibi hissediyorum kendimi bugün. Nerede sürgün verip nereye düşeceğim belli değil. Nereden besleneceğimi de henüz bulmuş değilim. Su mu esas olan güneşe dönmek mi? Oturduğum dalı benimseyemedim. Gözüm diğer dallara dalıp gidiyor. Başkasının gövdesinde can bulmak değil sanki istediğim. Kendi gövdemi dikebilmek toprağa. Bugün bir baltaya sap olamayan düşüncelerle neyi kesip atmaya çalıştığımı bilemedim gitti...

21 Mart 2010 Pazar

akılsız kafa

"Aşk özlenen bir pişmanlıktır" demişler. İnsan aşık olduğunda hissettiklerini, kaybedince hatırlıyor. Asıl pişmanlık; kaybedince anladığın şeylere mi oluyor acaba? Akılsız kafanın olayını ayaklara yüklerken ayak mı yapıyoruz ? Esas ceza kalbe mi kesiliyor yoksa?

Mimoza

Ballı çay kıvamında bir havaya sürtünen bir ben değilim.

Mimozalar da var.

Yalnızlığın yeni yeşeren tomurcukları bir bende değil.

Mimozalarda da var.

Heyecanlı bir bekleyişin canlı renkleri bir bende değil.

Mimozalarda da var.

Bende ve mimozalarda bu bahar neler var neler...

büyüğün zıttı

Bir ilişki seni büyütmüyorsa küçültür mü? İlk defa zıttı olmayan bir büyüklükle karşı karşıyayız... Yerinde saydırır kesin ama küçültmez o da kesin...

kuğu

Güçlü kadınların sabah boş bir eve uyandıkları zamanki zayıflığıyla karşılaştınız mı hiç? Çaresizliklerinin göz aklarına düşürdüğü gölgeleri görünce içinize mürdüm rengi bir hüzün yerleşti mi? Sonra bilincinizi kapatıp kendi kaderinize müdahale etmek istediniz mi peki?
Bir kadın için yazılmış en acımasız senaryo dişiliğini yaşayamadığı senaryodur. Başı taçlandırılmış bir gururla yürüdüğü sokaklar evin yolunu gösterdiği anda yer çekimine karşı koyamayan boynu onun en güzel tarafı değildir artık...

12 Mart 2010 Cuma

Zevk-ü zeka:)

Yeni bir tartışma alanı: Kadınlar fiziksel güzellikten mi etkilenir yoksa zekadan mı? Çok dürüst bir yaklaşım gerektiriyor bu soru. Diğer kadınların ne düşündüğü hakkında ahkam kesememekle birlikte kendi beğenimi zekadan yana kullanıyorum. Fiziksel etkileşimin en haz verici olduğu anlar beyin onayladığı sürece gerçekleşir. Kısa vadede çekici görünen fiziksel özellikler uzun vadede çalışmaz. Zeki adamın seni sürekli "up" tutması, bir ömür sürecek güzel bir alışverişi mümkün kılar. Beslenmenin en sağlıklı olanı düşünsel ve zihinsel olanıdır. Cinsel beslenme sadece ve sadece bütün bu kriterler olduğu sürece meditatif bir zevke hizmet eder. Zekice yapılan bir beslenme planını da bu şekilde düşünen herkes hakeder bu dünyada...

Q'nun önüne ne koyalım?

Duygusal zekanın boyu meyveli yoğurt yiyerek büyür mü? Kapı aralığına büyüttükçe çentik atabilir miyiz duygusal zekamızı? Bazılarına göre EQ sonradan artırılabilen ve edinilebilen birşeyken bazıları bunun sabit olduğunu savunur. Ben bencilliğin bu zeka türüne antioksidan işlevi görmediğinden eminim. Duygusal zekanın önündeki tek engel "bencillik" gibi geliyor bana. Başkalarına ait duyguları sezinleme ve yönlendirme yeteneğini geliştirebilmek için önce kendi duygularımızdan sıyrılabilmemiz lazım. Bunun hangi aşamada mümkün olduğunu kestirmek zor. Kendini bir başkasının yerine koymak ve tam da o noktadan düşünmek gerekir doğru yönlendirmelere imza atabilmek için. Ama eğer kendi çıkarlarını zedeleyecek bir durum söz konusuysa EQ devre dışı kalır IQ sıranın başına itilir. Belki yaşanmışlıklarla büyüyen bedene uslanan bencillik eklenirse duygusal zeka sonradan kazanılabilir. Ya da belki de vizyonumuzu televizyonla değiştirdiğimiz gibi onu da başka birşeyle değiştirip öyle yaşar dururuz. Anlamadan, hissetmeden, sadece izleyerek...

7 dilli Hürmüz???

Bir zamanlar dünyada tek bir dil konuşuluyordu. Aynı dili konuşan insanların hemfikir olabildiği tek bir zaman... Babil kulesini göğe kadar inşa edip Tanrıya kafa tutma çabaları sonucunda büyük bir ceza geldi. Tanrı hepsini ayrı köşelere savurup farklı dillerle cezalandırdı ki bir daha böyle kendini bilmez bir ortak karar alınamasın... Şimdi beni en çok şaşırtan Tanrının verdiği ceza değil bu insanların nasıl aynı fikirde oldukları. Bizler aynı dili konuşmamıza rağmen "ak diyorum bok anlıyorsun" söylemini dile yerleştirecek kadar biribirimizi anlamazken bu insanlar bunu nasıl becerip Babil kulesini inşaa etmiş. Kadınlı erkekli bir toplumun her bir ferdi aynı kelimeden aynı çıkarımı yapıyor. İki kişi anlaşamazken bizler. Bu büyülü bir meziyet. Acaba Tanrı bizden ortak dili alırken yanında ekstradan bir takım duyguları da mı alıvermiş? Sevmek, inanmak, güvenmek, dayanmak gibi...Ben bunun üzerine Babil kulesine çıkıp bir şarkı çığırtırım: "Tanrım tek başına koyma kullarını... yalnızlığa ancak sen dayanırsın"

11 Mart 2010 Perşembe

yin ve yang

File çorabın ardında pencelenmiş kırmızı ojeli ayakların sizden neler beklediğini düşündünüz mü hiç sevgili erkekler? Cinsellik ilk cevap olmalı. Yanıldınız. O ayaklar kesinlikle sizinle beraber aynı yolda yürümek için süslenmiştir. Yanınızda atılan her adımı bakımlı ve anlamlı kılmak için. Kemikli büyük ayaklarınızı, küçük kırmızı ojeli ayakların yanına koyduğunuzda gördüğünüz şey: Yin ve yang'dir.

Sanırım sanrı

Yaşadığımız çoğu ilişkinin sınırı sanrılara dayanıyor. Dışarıdan olumlu bir temas ve uyum algılamasak da yaşamak istediklerimiz bizi olası bir dünyanın içine şizofren bölünmelerle itiveriyor. Kulağımıza tıkaç gibi yerleştirilmiş bilgiler gerçek sesleri duymamızı engelliyor. Bilindik bir dünyanın parçası olmak için harcadığımız çaba, yaşadığımız gerçekleri emaye tabaklar gibi dolabın en görünmeyen yerine yerleştiriyor. Bahar temizliği sırasında karşılaştığımız emayeler, üzerimizde ağırlık yapıyor. Yere çöktürüp ne yapacağımızı düşündürüyor. Ben baharı ve temizliğini emayelerle karşılaşma ihtimalinden dolayı seviyorum. Bakalım bu sene dolabın arkalarından neler bulacağım???

Sokrates or me?

Felsefenin yazılı dili onaylamayarak geçirdiği çalkantılı bir dönem var. Sokrates yazının düşünceyi öldürdüğünü savunmuştu. Yazılı mesajın, yazarın fiziki varlığına şahit olmadığı için anlamda bozulmalara yol açtığını savunuyordu. Fakat eserlerin günümüze kadar kalabilme yeteneği kesinlikle yazılı olmasından kaynaklanıyordu. Daha ılımlı bir yaklaşım geldi sonra: Yazılı dil düşüncenin saklama kabıdır. Düşünce yaratıcıdır. Yazı da onun dayanıklı saklama kabıdır.
Sokrates bugün yaşasa twitter'a dadanıp twitleriyle bizleri şenlendirir ve düşündürür müydü acaba? Yoksa sadece kahve köşelerinde düşüncelerini savunmaya devam mı ederdi? Burada kendi içindekini deşifre edip sonra geniş kitlelere aktarmak mı önemli? Benim hala bir tarafım Sokratesçiyken, diğer tarafım Platon'un fikir babalığını yaptığı yazılı dille kırılmalar yaşıyor. Bu blog hikayesi için Platona sevgiler o zaman...

9 Mart 2010 Salı

kendi kalabalığım bana yetmez

Büyük şehirlerin yalnızlık anlayışını savunur hale geldim küçük şehirlerde yaşadıkça... Hani o kalabalıkların içinde yalnız kalmak üzerine bir sürü şey yazılıp çizilir ya... Ben kalabalıkta içimdekiyle buluşma lüksünü daha çekici buluyorum sanki. Tek başına saatlerce oturduğun bir kafede (tek masa senken) zaman geçirmek için tükettiğin sıvı sayısı düşünceden fazlaysa mide bulantısına yol açıyor. Oysa çok kalabalık bir kafede tek başına otururken Navi gezegeninden fırlamış adam gibi hissettirmeden kuyruğunu yan masadakine bağlıyor, bir beslenme tarzı geliştiriyorsun. İnsanlar ne yer, ne içer, ne konuşur, nasıl davranır, ne giyer... Gördükçe içindeki çoğunluk ve azınlık ortaya çıkıyor. Çıktıkça senin kendi içindeki sohbet koyulaşıyor. Tadından yenmiyor. Kalabalık bir yalnızlık kurmak istiyorum kendime büyüğüne küçüğüne bakmadan...

Tarih yazmak

Bazı tarihler vardır sana bir ömür birşeyler anlatır, hatırlatır. Kafan ne kadar yoğun olursa olsun o tarih gelmeden 1-2 gün önce başlar de ja vu...Bugün benim için o günlerden biri. Bugün doğmuş, bugün hayatını sonlandırmış herkese buradan iyi dileklerimi yolluyorum. Onları hatırlamak benim için her zaman keyifli bir ritüel olacak paylaşamasam da...

8 Mart 2010 Pazartesi

pret-a-penser

Bu tabir "hazır düşünme" anlamına geliyor. Bizim gibiler artık düşünmeyi hazır mama kıvamında mı ele alıyoruz? Herşey çok hızlı gelişiyor. Saatlerin yetersizliği, görüşmelerin sınırı, sohbetlerin sığlığı derken düşünüp, iredeleyerek cevap verme yetimiz kalmadı mı? Herşeye karşı tavrımız belli kalıplar dahilinde mi gerçekleşiyor? Referanslara dayalı davranış modeli mi geliştirdik ister istemez?
Bütün bu soruların üzerine ben oturup biraz düşünür öyle yazıya devam ederim.
Yorumlara da açık bırakırım.

words are very...

Kelimeler üzerine aldığım bir yorum dünden beri kafamı karıştırıyor. Evet kelimelerin çirkefleştiği, sığlaştığı, hizmet etmediği zamanlar var. Esas anlamından uzaklaşıp seninle oyun oynadıkları da oluyor. Kafanı karıştırdıkları da. Tehlikeli oldukları da.
Kelimelerin sana hizmet etmesini istiyorsan duygularınla destekleyeceksin. Tek başına bırakıldıkları anda havada "kızkaçıran" gibi uçuşmaya başlayıp nereye konacakları belli olmuyor. Seviyor musun kelime+duygu+ses tonu= sınavı geçer... Nefret mi ediyorsun aynı denklem. Beslediğin duyguya uygun kelime hayat kurtarır.
Kelimenin ardında gizlenmiş duyguyu yakalamak esas olan.
Haa bazı anlar ve duygular vardır ki hiç bir kelime yeterli olmaz. Susmayı ve hissetmeyi de bileceksin.
Doğru zamanda doğru yerde olduğunda "words are very unnecessary" diye de şarkını mırıldanır, ıslığını çalarak bakarsın önüne...

sardı korkular...

Bugünlerde kiminle tanışsam bir panik atak problemidir gidiyor. Antidepresan zaten tepe taklak dünyanın olmazsa olmazı...Adamın hayatına bakıyorsun işi güzel, parası var, kız arkadaş problemi yok, şehrin en ala yerlerinde boy gösteriyor ama "korkuyor". Neden korkar böyle bir adam? Bağlanmak, kırılmak, kaybetmek, bulunduğu yerden daha alt bir seviyeye düşmekten mi?
Panik yok. Atak ise anlamsız.
Sen ne kadar önlemini alırsan al, öğrenmen gereken birşeyler varsa yukarıdan ters köşe backhand geliyor zaten. Bacakların uzunmuş, çevikmişsin, oyunu en kral sen oynar mışsın yok böyle şeyler. Sahaya çıktığın anda çizginin üzerine düşen top seni 1-0 malup ediverir. Sahada olmanın güzel tarafı da budur zaten.

7 Mart 2010 Pazar

Kriterin ter döktüğü an

"İyi aile çocuğu" tam olarak ne anlama gelir?
Bugünün toplumsal anlayışında yıl kaç olursa olsun milenyumluk bir yeni düşüncenin üzerine ışıklar düşmüyor. Yeni düşünce ütopik ve fütüristik anlamda da karşımıza çıkmıyor üstelik. Yaşamsal ihtiyaçlar doğrultusunda, insanlığına paye vererek alınmış kararlar hala aile söz konusu olduğunda geçerli değil. Örneğin anne-baba ayrı ama sağlıklı büyümüşsün. Maalesef iyi aile çocuğu değilsin. Anne-baba 35 senedir çürümüş ilişkilerini korkularından dolayı sürdürüyor ve sende o aileye mensupsun. Harika!!! İşte sen toplumun aradığı iyi aile çocuğusun.
Şunu iyi anlamak lazım ki sen sensindir ve sadece kendi hayatın başladığı andan itibaren yaptıklarından sorumlu tutulabilirsin. Toplumun, birlikteliği sağlamakla ilgili ince ayar çektiği, politik ve düşünsel artıklar senin keyfini kaçırmamalı. İyi aile çocuğu olmak bir kriter değildir. Tek kriter iyi insan olmaktır.

obezite

Aynı evin içinde tek ortak şey yediğin yemekse, bunun adına "hayat arkadaşı" denir mi?
Obezite sorunu tam da burada baş göstermez mi?
Yemek yemeği unutturan bir ilişki, ruhunu beslerken bedenine de özen gösterir oysa.
Şahit olmak istediğin esas şey karşındaki insanın hayatla nasıl dans ettiğidir, çatalı ne kadar büyük bir hünerle kullandığı değil.

imza

imza; kişinin adının baş harflerinden oluşmaz... Kişiliğinin ve yaşam şeklinin baş harflerinden oluşur... Bir şeyin altına imza atmak için sadece sana özel düşünceler yeterlidir...

deco center

Tam herşeyi kaybettiğini düşündüğün ve vazgeçtiğin bir anda "adsız" bir yorum seni bıraktığın yere geri götürür ve nedenlerini sorgulatır. Ben de dün aldığım bir yorumun üzerine tekrar masanın başına oturacak cesareti buldum. Kendimi sorguladım. Neden bir ay boyunca yazmadığımı düşündüm. Hayatı sorgulamayı bırakıp, akışı seyrederken yazmaya değecek, anlamlı şeyler bulamadığımı gördüm. Kendim olmaktan vazgeçerek yaşadığım günleri saydım. "Hayatla savaşma, hayata boyun eğ" nasihatleri nasıl da ben de çalışmıyormuş bir kez daha anladım. Ben zorlamayı seviyorum. Doğru ya da yanlış. İlk hissime sığınarak yaptıklarım beni hayatta hep bir adım ileri götürmüş. Belki canımı çok daha fazla yakmış ama her bir an, ölmeye değecek değerler olarak beynime kazınmış. Bütün bunlar bana ne kazandırdı?
Artık hatalarımla ördüğüm balıkçı ağını tavana asıp, doğrularımın kabuklaşmış fosilleriyle onu süsleyebilirim. Geçmişi ve yaşanmışlığı olan bir dekorasyonda hayatı yaşamak, minimalizmin fonksiyonelliğinden daha sıcak sanki...

3. göz

Yazarın en büyük lüksü yazdıklarından sorumlu tutulamayacak bir alana sahip olmasıdır. Yazılanlar ve söylenenler görselleşmedikleri sürece suç unsuru olmaktan yırtarlar. İnsanlar duyduklarını değil, gördüklerini yargılamaya eğilimlidirler. Birşeyin doğruluğuna gözlerinle şahit olmadan ikna olmazsın. Gözler realitenin, dil ise olasılıkların askerleridir. İşin ironik tarafı ise dil pası atar beyin ise teknik direktör olarak bu pası realize edecek en iyi gözü transfer eder. Yani ne olursa olsun inanma isteğimizin dominantlığı yalan bile olsa inanmak istediklerimizi yaşatmak için bir görme alanı yaratır. İki gözümüz yetmezse bahsi geçen üçüncü göz tam da burada devreye girer. İşte 3 gözlü hayatlarımızın kısa hikayesi...