9 Ağustos 2011 Salı

içten gelen

Bazen kumsala ilk basan sen olursun, oraya nasıl geldiğini bile bilmeden. Güneşin doğuşuna şahitlik etmen gerektiğini dünya senden daha iyi bilir. Senin söz geçiremediğin bir güç bunu yaşaman için seni taşıyıverir. Bütün komutları o verir beynine. Başlangıçlara inanmanın en iyi yollarından biridir bu. En diplerde son nefesi vermeden, yüzeydeki rahatlığın değerini bilemez insan. Yaratılışın çetrefilli kurallarından diyelim biz buna. Derler ki "Tanrı önce hayatını alt üst eder ki, doğru yaşamayı öğrenebilesin". Öğrenmek birinci kural yani. Bütün dünya bunun üzerine kurulmuş. Düzen öğrenmeden işlemiyor. Öğrenmek içinse önce fark etmen gerekiyor. Sürekli aynı şeyi yaşadığından şikayet eden kadın, bir gün geliyor haykırıyor karşısındakine içindeki düğümleri. Anlatıyor derdini sesinin ulaşabildiği yere kadar, karşısındakinin onu anlayabildiği yere kadar. Adam duyuyor içindeki çıkmazı. Kadın anlıyor ki gitmek değilmiş yapması gereken, paylaşmak, anlatmakmış. Anlatmanın kolay olduğunu sanmak büyük aptallık bu arada. Bazen bütün gününü kelimelerle geçiren biri iş kendini anlatmaya gelince kullanamaz doğru lügatı. Egosunun, tecrübelerinin, kayıplarının, gururunun alt yazısız diliyle konuşur. Konuşur durur. İletişim kuran iki insan gibi görünür gölgeleri ışık altında. Oysa kelimeler geçmez karşı tarafa. Dökmez içini, anlamlarını ortaya. İşte bu noktada bir kere daha düşünmek lazım. Öğrenmeye gönüllü, iki kişilik düşünmeye hazır olmak lazım.

Hiç yorum yok: